
|
BEHRUZ ÇİNİCİ![]()
Kendisini ‘taksim’ yapan bir mimar olarak tanımlayan Behruz Çinici’yi Ayasofya, Sultanahmet ve Süleymaniye Camileri’ni ‘kadraj’ içine alan Salacak’taki bürosunda ziyaret ettik. Çinici mimari, şiir ve musikinin toplumları motive eden baş sanat dalları olduğuna inanıyor. Ünlü mimar resim, eskiz çalışmalarının yanı sıra Türk musikisine de tutkun ve dostları arasında yaptığı tambur taksimleriyle tanınıyor. Çinici ulusal, tarihsel ve dini referanslara dayanmadığı ve alışılmış cami konseptinin dışında kubbe ile minareye yer vermediği TBMM Camisi ve çıplak betonun yaşama mekanlarında Türkiye’de ilk kez kullanıldığı ODTÜ Mimarlık Fakültesi’yle de çok konuşulmuştu... Laiklik ve demokrasi kavramlarıyla dini değerleri ustalıkla bağdaştırdığı TBMM Camii ile 1995 yılında Ağa Han Ödülü’nü de kazanan Çinici, düşüncelerinin ve yapabildiklerinin, ODTÜ Mimarlık Fakültesi’nin beton yüzeylerinde açılmış kemerli bir ahşap kapıdan TBMM’deki ibadet mekanının minare simgesi kavak ağacına kadar uzanan 50 yıllık bir mesleğin güzergahında izlenebildiğini belirtiyor... Biz de o ahşap kapının eşiğinden adımımızı usta mimarla birlikte atıyoruz... Azerbaycan göçmeni bir aileden geliyorum. Azerbaycan’ın 1920’lerde İran ile Rusya arasında Türkmençay Antlaşması ile parçalanışı sonrası amcamlar Bakü’de, babamlar ise güneyde kalmışlar. Veli Dedem, babam Mehmet’le önce Kütahya’ya gelerek çinicilik yapmaya başlamış; soyadımız da zaten oradan gelir. Kütahya’nın bilahare meslek hayatımda da önemli bir yeri vardır. Daha sonra İstanbul’a gelerek Eminönü’nde ticaret hayatına başlamışlar. Ben de bugünlerde hallaç pamuğu gibi atılan Acıbadem’de bahçeli güzel bir evde doğmuşum. Acıbadem, bütün komşuların dost olduğu, domenlerden oluşan bahçelerin birbiri içinde hücre aktığı bir semtti. Dedemin bugünkü Hasanpaşa’da -eski Gazhane- bir mobilya atölyesi vardı. Şimdilerde ise Acıbadem tanınmaz hale geldi ya... Faytonlu, tramvaylı bir Kadıköy çocuğuyum. Akşamüstleri dedemi vapurdan karşılardık. Bugün maalesef perişan bir duruma gelen ve Salı Pazarı denilen eski adı ise Çırpıcı olan o güzelim, otantik çayırda cambazlar gösteri yapar, güreşler yapılır, eğlenceler düzenlenirdi. Ben de dedemin kucağında oturup onları seyrederdim. Evimizde geceleri dedemin nezareti altında dayılarım tarafından kukla ve gölge oyunu oynatılırdı. Amaçları, ‘Küçük Behruz’a kent yaşamı ve insanlık üzerine dersler vermekti. Kuşlara taş atılmayacağını, yerlere tükürülmeyeceğini hep o küçük, sevimli oyunlarda öğrendim. Dedemin de bir gözü bendeydi; benim ne tepki verdiğime, ne anladığıma bakılırdı... Her yakışıklı insanı Atatürk sanırdık 12 yaşımda dede evinden ayrıldık ve Cağaloğlu’nda bir eve taşındık; babamla yakınlaşmam da o döneme denk gelir. Eve giderken geçtiğimiz Cumhuriyet Gazetesi’nin önünde çok yakışıklı bir zat beklerdi. Gördüğümüz her yakışıklı ve güzel insanı Atatürk sandığımızdan O’nu da hep selamlayarak geçerdik. Henüz ilkokuldayken babamın Eminönü Mısır Çarşısı yakınındaki dükkanında çalışmaya başladım; yoksa haftalık alamazdım. Akşam da eve gelip, bana ayrılan bir odada o saatten sonra derslerimi yapardım. Ama daima sınıf birincisiydim. Bir süre sonra Cağaloğlu’ndan Fatih’e taşındık. Tramvayla iş dönüşü dükkandan malları taşırdım; elimdeki yükle vatmanlar Fatih’te taramvaydan inmeme yardım ederlerdi. Benim için Eminönü’nden çıkıp Yeni Camii’nin tonozlu yolundan geçmek, Bahçekapı tramvayına binmek gerçekten ilham vericiydi. Annem beni ‘Kurtdereli Mehmet Pehlivan’ gibi giydirirdi Babam tiyatro tutkunuydu; akşamları, yeni seyrettiği bir oyunu canlandırarak bizlere aktarırdı. İlginç bir adamdı; hem sert hem de tatlıydı. Babam sonraları Ren Kundura adlı bir mağaza kurdu. Ben de lisede ve hatta üniversitede babamın yanında kunduracı tezgahtarlığı yaptım. Beni çalışma hayatına alıştırdığı için babama minnettarım. Annem Muhterem Hanım da ud çalar, güzel desenler çizerdi. Aramızda 18 yaş vardı, birlikte büyüdük diyebilirim. Uzun yıllar idare etsin diye elbiselerimi, paltomu iki üç numara büyük alırdı. Kışları da beni üst üste yünlerle, fanilalarla bir doldururdu ki sıska bir çocuk olmama rağmen ‘Kurtdereli Mehmet Pehlivan’ gibi olurdum. Sokağımızın üzerinden ‘imar’ geçti Sokağımızın bir ucunu hamam, halkevi ve mescitten oluşan bir üçlü tutardı. Evlerde yalnız gusulhane denilen zemini çinko kaplamalı dolaplı nişler vardı, içinde yıkanılırdı. Ama hamam sefalarımız çok hoş olurdu. Halkevi, eğitimin paraya yenik düşmediği zamanlardaki gerçek bir eğitim merkeziydi. Fatih Halkevi de İstanbul’da ünlüydü. Direktörü Behçet Kemal Çağlar’dı. Sonra O’nunla da dost olduk. Sokağımızın öbür ucunda da Hamdullah Suphi üstadın konağı vardı... Bu sokak benim 1960’lı yıllarda Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde yaptığım alle’nin belki de ilham kaynağıydı. Beyaz tahta kaplamalı ve verevine cumbalı bizim ev şu anda tek başına duruyor. Sokağımızın üzerinden ise ‘imar’ geçti. Ne doğası kaldı, ne kuşları ne de güzelim çıkmazları... Ve o insanlar da yok artık. Sanki bir başkaları geldi. Vefa Lisesi’nde okudum. Lisede tarih hocamız ünlü Reşat Ekrem Koçu’ydu. Tarih derslerimizi genelde cami avlularında yapardık. İlk rölöve çizimlerini bizlere rahmetli hocamız yaptırmıştı. Ben de arada sırada tek başına çıkardığı İstanbul Ansiklopedisi’ne gidip bazı ufak tefek çizimler yapardım. Kürt Turan denilen -ki O da ünlüydü- matematik hocamızın da Cağaloğlu’nda matematik ve fizik dergilerini yayımladığı bir matbaası vardı. Benim ders notlarımı, uzay geometri çizimlerimi çok beğenirdi. Defterlerim elden ele dolaşırdı. Sınıfımız tam bir hababam sınıfı gibiydi. Dostluklar önemliydi. Hocalar Türkiye ölçeğinde birbirleriyle yarışırlardı. Kimin ne kadar öğrencisi Teknik Üniversite’yi kazanırsa onlar da o kadar prestij ve ödül sahibi olurlardı. Mimarı, inşaat mühendisinin yanında çalışan ‘kalfa’ sanıyordum İki tane bitirme imtihanı geçirirdik. Anadolu’nun her tarafında kaliteli hocalar vardı. Bizim Turan Hoca gibi Kabataş Lisesi’ndeki Sallabaş namlı Kemal Hoca da ünlüydü. Edebiyatta Behçet Necatigil vardı; Nurettin Topçuoğlu bizim felsefe hocamızdı. Liseyi 1949’da bitirdik. Tutturduğum puan hem inşaat hem de mimarlığa tutuyordu. Ama ben o zamanlar bir mimarı inşaat mühendisinin yanında çalışan bir kalfa sanıyordum. En başta inşaat, makine, elektrik ve 4. kademede de mimarlık yazılıyordu. Ben ne yapacağımı şaşırdım. Matematik Hocamız Turan Bey, İTÜ’ye öğrenci sokmakta şampiyondu. Beni aldı ve rektöre götürdü. Gümüşsuyu’nun merdivenlerini çıkarken diz kapaklarım titriyordu. Turan Hoca rektöre, ‘sana çok büyük bir talebe getirdim’ diyerek espriyle beni tanıttı. Rektör de Kemali Söylemezoğlu Hoca’nın dersine girmemi ve kararımı ondan sonra vermemi istedi. Gittiğimde rahmetli Kemali Söylemezoğlu sınıfta projeksiyonla Mısır Sanatı’nı anlatıyordu. Çok etkilenmiştim. Oradan koşarak çıktım ve Turan Hoca’ya ‘Efendim benim istediğim yer burası’ dedim. Taşkışla, bütün sanatların içiçe sürdürüldüğü gerçek bir sanat okuluydu. Fakültede hocalara tambur çalardım Mimarlık Fakültesi’nin o kallavi kapısından girince karşıda Prof. Belling’in heykel atölyesiyle; başınızı sağa döndürdüğünüzde de Sabahattin Eyüboğlu ile karşılaşırdınız ve sırayla kürsüler, hoca odaları vardı... Restorasyonda İtalyan Verzone, matematikçi Hamit Hoca ve şehircilik kürsüleri. Üst katta da Prof. Bonatz, Holsmeister ve diğerleri. Bunlar hep Atatürk’ün sayesinde ülkeye gelmiş Alman ve Avusturyalılardı; şehircilikte hocamız Hamburg Senatörü Prof. Oelsner’di. Ve resim deyince Ercüment Kalmuk... Tabii Emin Onat hocamız ve diğer değerli hocalar... O sıralar tambur sazı ile meşguldüm. Sonra asistan olduğum 1954’ten sonra hocalarım üstteki salonda tambur çalmamı isterlerdi. Bir gün aramızda olan Mustafa İnan Hocamız da ‘Behruz çaldı, ben de size dinlediğimiz makamları matematiksel olarak açıklayacağım’ dedi ve bir akşam toplantımızda elinde kara kalemiyle beyaz bir ekranda çeyrek sesler, diyez bemollerin her birinin nasıl özgün ses dizelerini oluşturduğunu anlattı. Birinci sınıfta iken de bir gün asistanımız olan Enver Tokay’ın dersinde bir haftasonu evi çiziyorduk. Tek tek masaları geziyordu. Sıra bana geldiğinde ben ancak bir plan ve bir cephe çizebilmiştim; evin üç cephesi ortalarda yoktu... Ağzındaki sigarasıyla ‘sen mi çizdin bunu?’ deyince ‘çizdim’ mi diyeyim, ‘çizmedim’ mi diyeyim diye şaşkın şaşkın beklerken beni dirseğiyle iterek yerime oturdu ve kalan üç cepheyi kendisi çizdi. Kendisi de neşelenmişti, sınıf da... İTÜ son sınıfta belediyede memur olarak çalışmaya başladım. Yerli ve yabancı büyük bir uzmanlar kurulu kentin planlama operasyonunu yapıyorlardı. Bu da benim için çok ayrıcalıklı bir eğitim olmuştur. Küçük bir odayı bile sokaktan başlayarak tasarlarım Her zaman beden, hayal gücü ve çevre arasında ilişki kurmaya çalışırım. Kentler benim tasarımlarımın hareket noktası oldu. Yaptığım işler genelde kent ölçeğinde... Küçük bir oda tasarlamak zorunda olsam sokaktan başlarım. Sokağın bir ucundan etkilenip o odaya geliyorum. İlk bağımsız işim ise Fenerbahçe Dalyan’da yaptığım ikiz bir ev oldu. Sahibi Karadenizli tacir Kemal Bey bir gün ansızın bürodan içeri girdi, ‘Behruz hanginiz’ diye sordu. ‘Benim’ deyince de ‘senden benim evimi yapmanı istiyorum’ dedi. Yüksek bir fiyat verdim; ve şaşırdı, ‘yahu senin hocaların bile senin yarı fiyatını veriyorlar’ dedi. Gerçekten de dediği gibiydi, teklif mektuplarını gösterdi en yüksek fiyat benimkiydi. Ama yine de o işi pazarlık yaptıktan sonra bana verdi. Kendisiyle sonradan sıkı dost olmuştuk. Babamın yanında çırak olarak çalışmam işime yaradı 1958 yılında büyük bir konkura girdim; bu, önemli bir birincilik aldığım Mısır Çarşısı ile Rüstem Paşa Camii arasında Emekli Sandığı’nın açtığı büyük bir konkurdu. Tek başıma çalışıyordum, bunaldığım bir dönem değerli mimar dostlarım Doğan Tekeli ve Sami Sisa’yı rica ile davet ederek projemi anlattım. Ancak ‘ben bunu yetiştiremeyeceğim, çok sıkıldım, bunaldım’ diyerek dertlendim. Her ikisi de yaptıklarımı beğenerek beni teşvik ettiler, inanılmaz bir şeydi. O moralle devam ettim. Değişik şeyler yapmıştım. Eminönü’nde babamın yanında çırak olarak çalıştığım ve oradaki hayatı çok iyi bildiğim için herkes Taşkışla gibi yüksek yapılar yaparken ben alçak bir proje yaptım, çadır formunu kullandım. Silüeti bozmadan o alana 70 bin metrekareyi sığdırdım. İşportacılara beş tane büyük meydan planlamıştım. Bu proje maalesef uygulanmadı. Behçet Kemal Çağlar mum ışığında şiir okur, ben de tambur taksimleri yapardım İTÜ Şehircilik Kürsüsü’nde asistandım, ayrıca Maçka Teknik Okulu’nda yapı dersleri verdim sekiz yıl. O zamanlar eşim Altuğ da öğrencimdi. Sert bir asistan olduğumu da halen söyler. Altuğ ile 1960 yılında evlendik. Bu arada da çeşitli konkurlara giriyorduk. O zamanlar Behçet Kemal Çağlar, Etiler’de Tamburi Ali Sokak’taki evime geceleri ikide gelir, mum ışığında şiir okur ve ben de tambur taksimleri yapardım. Yanımda genç mimarlar vardı... İç içe bir hayatımız vardı. Öğrencilerim ve dostlarımla bütünleştiğim bir mekandı o ev. Asistan iken talebelerimin evine de gider, yetiştirmeye çalıştıkları projelerine yardım ederdim. Birlikte çalışırdık. Mimarlıkla evliyim; Benim yatağım ‘masam’dır >ODTÜ konkuruna da eşim Altuğ ile birlikte girmeye karar verdik. Etiler’deki evimizde devamlı çalışıyorduk. Gece üçte elemanları dağıtıyor, sabah sekizde yeni gelen gündüzcüleri işe koyuyordum ve oradan üniversiteye gidiyordum. Altuğ ekibin başında duruyordu. Kazandığımızın haberini ise bir gece Vedat Dalokay iletti bize. ODTÜ konkurunu kazandığımız zaman ben 29, Altuğ Hanım da 25’lerindeydi. Altuğ’a, İstanbul’u bırakıp işimizin başına Ankara’ya gitmemiz gerektiğini söyledim. Üniversitedeki görevlerimden ayrıldım. 1962’de işimin kalfalığına başladım. Arazi üzerinde ilk etüd ve incelemelerimizi yaptığımızda o bölge bir bozkırdı. Mısır Devlet Başkanı Nasır, ODTÜ’yü Mısır’a çekmeye çalışıyordu Konkurda bütün dış yüzeylere ‘çıplak beton’ yazmıştık. Trenle gelirken önünden geçtiğimiz Hereke’de bir çimento fabrikası vardı, onun tertemiz yüzeylerinden ilham almıştım. Yapılar niçin böyle yapılamaz diye düşündüm. Geceli gündüzlü bir faaliyet içinde çok çalışkan ve çok yönlü bir kültür adamı olan Rektör Kemal Kurdaş ile karşılaştık. Vaktimiz de yoktu, çünkü Mısır Devlet Başkanı Nasır ODTÜ’yü Mısır’a kaçırmaya çalışıyordu; politik bir savaş vardı. İnşaat Müdürü paftaları suratımıza fırlattı Bir de inşaat müdürü vardı; projelerimizi gördüğü zaman ‘çıplak beton da ne demek’ diyerek paftaları kaldırıp suratımız fırlattı. Biz de Altuğ ile geri dönmeye karar vermiştik. Fakat Rektör Kurdaş gitmemize izin vermedi. İnşaat Müdürü’ne de ‘sizin inşaat müdürü olarak göreviniz bu kritiği yapmak değil. Bu çocuklar yarışmayı kazanmış ve ben de çok beğendim. İstedikleri gibi olacak’ dedi ve sonuçta onun görevine son verdi. Bazı mimarlar da inşaat dairesinde üniversitenin mühendislik bölümünü planlıyordu. Vaziyet planı ve telif haklarımız dışlanarak blokları güneye doğru uzattılar. Merkeze on dakika olan yürüme mesafesinin 15-17 dakika olmasına neden oldular. Üstelik üstlendikleri planlar da gecikiyordu. Sayın Cengiz Bektaş’ın da derginizin geçen sayılarında sözünü ettiği gecikme de o gecikme olsa gerek. Zira bizde en ufak bir aksama olmamıştır. Çıplak betonlar çıkmaya başladıkça herkes işe laf etmeye başladı. Çakmağı çakıyorlar ve ‘hadi canım bunlar nasıl olsa sıvanır’ diyorlardı. Biz gerçeleştirdik. Atatürk’ün çok sevdiği iğde ağaçlarıyla donattık her tarafı; bu yüzden de ODTÜ buram buram ‘cumhuriyet’ kokar. Kampustaki peyzaj çalışmalarımız da ülkemizdeki ilk örneklerdendir. Süleyman Demirel Kampusa üç yılda gelemez denilen suyu on ayda getirdi </B>İnşaat alanına suyu itfaiye getiriyordu. Süleyman Demirel de o sıralarda müteahhitlik yapıyordu ve su işini O aldı. Ve üç senede getirilemez denilen suyu kampusa on ayda getirdi. Rektör Kurdaş’ın döneminde ilk sekiz yılda 300 bin metrekare inşaat ve koskoca bir altyapı bitirdik. Yabancı dergilere kapak oldu. Ben yaşlandım ama Mimarlık Fakültesi hala 40 yaşında çok sevilen bir yapıdır. Hala gözüm üzerindedir. Kemal Bey gittikten sonra telif haklarıma büyük saygısızlıklar yapıldı. Maalesef bazı mimarlar eserlerimin arasına girmeye başladılar. Rahmetli Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel ve İsmet İnönü’nün büyük desteğini gördüm Sıkıntılı ve uykusuz geceler geçirdik. Bu çalışmalar sırasında katkılarını hiç unutmayacağım iki insan vardı. Birisi Cemal Gürsel Paşa’ydı. Bir gün ziyarete geldi ve yapılan eleştirileri duymuş olacak ki bana ‘Mimar, sen aldırma ben seni anlıyorum; sen Anadolu’nun modern kerpiçini yapmak istiyorsun, yoluna devam et’ dedi. İnönü de sık sık gelir bizleri yüreklendirirdi. Yabancı mimar hocalar da beni destekliyorlardı. Bu anıların hepsi seyir defterimde yazılıdır. Bu defterde o yıllarda da önem verdiğimiz yalıtım detayları bile mevcut. O zamanlar yakıt da çok ucuzdu. Mimarlık bir ızdıraptır, ünlü D’aronco mimarın bu sözüne katılırım Türkiye’de mimarlık yaptığıma özellikle de son yıllarda iyice pişmanım. Ayrıca telif hakları Türkiye’de yeteri kadar korunmuyor. Kanun ve yönetmeliklerimiz sadece diğer sanat dallarını koruyor. Mimarlık eserleri ise korunamıyor. Mimarlık, ülkenin kültür tablosunun çok ırağında kuşkusuz... >O zamanlar 400 olan milletvekili sayısı şimdi 550’ye çıktı TBMM Halkla İlişkiler Binası için 1978’de çalışmalara başladık. O zamanki Meclis Başkanı Cahit Karakaş, Meclis’te milletvekillerinin ceketini asacak bir yerleri bile olmadığını söyleyerek, Meclis’in arkasında milletvekillerine çalışma mekanları yapılmasını istedi. Ben de ‘Aman Başbakanım, bu eserin sahibi hayatta, Salzburg’dan Holzmeister’ı çağırın’ dedim. Bunun üzerine 1979 yılında Holzmeister Ankara’ya geldi. 93 yaşındaydı. Eski talebeleri olan Ziya Payzın ve Muhittin Güreli de bu projeye talipti. Ben, ‘Holzmeister eskizleri yapsın, biz de birlikte çizelim’ teklifinde bulundum; fakat Ziya ve Muhittin Beyler bana cephe aldılar. Holzmeister bunu farketti ve ‘üçü de bir proje yapsın ve bu bana gelsin, ben bir jüri kurayım ve ben seçeyim’ dedi. Sonuç olarak üç proje arasından benimkini seçti. Yine kıyamet koptu... Holzmeister’ı bir kaç kez Salzburg’da ziyarete gittim ve orada proje için kendisiyle çalıştım. Salzburg’un ünlü kayalıklarına gömülü ev ve atölyesinin birinci katı Atatürk ve Türkiye anılarıyla doluydu... Çalışmalar başladı, sonra ihtilal oldu. Ama askerler yapıya çok ilgi gösterdiler ve kaliteli olarak bitirilmesine katkıda bulundular. O zamanlar 400 olan milletvekili sayısı şimdi 550’ye çıktı... Üstelik her birine bir müşavir ve bir sekreter verildi. Yapı ne yapsın mimar ne yapsın?.. 1984 Simavi Ödülü’nden sonra TBMM Halkla İlişkiler Binası ile İş Bankası Kent ve Mimarlık Ödülü’nü aldık. Rahmetli Özal, Kent ve Mimarlık Ödülü’nü verirken ‘Bu karı kocayı ODTÜ’den tanırız, şimdi eleştiri yapılıyor, odalar küçükmüş deniliyor. Bu, mimarın yapacağı bir iş değil. Mimara bir program verilir mimar da onu uygular. Bugün de benim en sevdiğim yapılardan birisidir’ dedi. Sonra da bizzat kendisi verdi bu ödülü. Ondan sonra ben de O’na kokteylde sitem ettim. ‘Siz dış ülkelere gidiyorsunuz arkanızda hep tüccarlar ve sanayiciler var, bir mimar götürmüyorsunuz. Mimar Sinan at üzerinde Selim, Kanuni ile Viyana’dan İran’a kadar dolaştı. Mimarın görgüye ihtiyacı vardır. Sizin de gittiğiniz diyarlara onları götürmeniz yararlı olur’ demiştim. Bu kadar belediye olduğu sürece Hazine’nin iki yakası bir araya gelmez </B>Anılarımdaki İstanbul’u durmadan çizmeye çalışırım. Bu koca kent otantik silüetini kaybetti, yozlaştı, tarihi hançerlendi. 80 belediye parçalı olduğu sürece kurtarmanın mümkün olmadığını biliyorum. Ülkede 3300 belediye olduğu sürece Hazine’nin iki yakası bir araya gelmez. Büyük savurganlıklar yaşanıyor. Her biri bir plan yapıyor, elemanları yok. Zaten mimarlık eğitimi ve okullar dört senede bir mimar üreten bir fabrikaya dönüştü. Üstelik yeni mezunlar dünyanın hiçbir tarafında asla tanınmayacak imza hakkına sahip oldular. ‘İstanbul gitti, Manhattan geldi’ İstanbul tarihte önemli darbeler geçirdi. Yakın çağda 1950’deki Vali Kırdar döneminde Dolmabahçe Sarayı’nın karşısına stadyumun yapılması... Ve sonra Swiss Otel de tabii gelip tepene çıkar. Sonra Hilton geldi kuruldu. Prost’un planı dışlandı. Demokrat Parti döneminde Vatan Caddesi gibi hançerlemeler, Beyazıt Külliyesi parçalanması, yok edilmesi... O zamanlar benden yaşça büyüklerim olan Melih Gürsel, Turgut Cansever gibi meslektaşlarımızla her salı günü toplanırdık. Oradaki görüşlerimizi küçük baskılar halinde Meclis’e ve bizzat başbakana yollardık. Ama ne olduysa oldu bu son 40 yıl içinde ‘bellek ve anımsamanın’ inkar edildiği bir devreye girildi. İstanbul’un yedi tepesi artık görünmez durumda. İstanbul gitti, Manhattan geldi. 1960’lı yıllarda başlayan bu şeyler 1980’li yıllara sirayet etti. 1980’li yıllarda Tarlabaşı Bulvarı açıldı, orada 340 tarihi eser yok oldu. Sonra kazıklı yollar vs. İstanbul bu hale geldi işte. Eserim biter ardından ıstıraplı bir devrem başlar Eserlerimin üzerine konuşmak yerine onların üzerine gelecek sesleri dinlemeyi yeğler, eleştirilerden yararlanmaya çalışırım. Eserlerimin fotoğraflarını dahi çekmem. Belki de bittikten hemen sonra onları muhayyilemde yıkıp, yeniden kurgulayarak tekrar inşa edebilme arzusu ve yeni doğan düşüncelerimin bunda etken olduğu düşünülebilir. Sonunda, benim ayrılmaz bir parçam haline gelmiş bütünleştiğim mekanlar düşüncelerimde daima sürer gider. Nerede durur, durdurulur bilemem... Ancak yıkamadığım tek bir eserimi söyleyebilirim; O da otuzlu yaşlarımın ürünü ODTÜ Mimarlık Fakültesi’dir. Uygulamasındaki pek çok noksanlarına karşın, zihnimde bir türlü yıkamadığım bir O var... Birlikte yaşlandık ama o hala yepyeni. Türkiye’de sanat eserlerinin ‘ihalesi’ yapılıyor Gerçek mimarlık için Türkiye uygun bir zemin değil. Deneylere asla müsaade etmeyen bir ülkede yaşıyoruz. Yönetmelikler ve imar kuralları çağdışı. Bizde, mimarlığın ihalesi yapılıyor. Bu, levazım dairesinin ayakkabı veya fasulye alışı gibi bir şey... Parasal olarak hiçbir meslektaşıma karşı olmamışımdır, masaya oturmamışımdır. Mimarlık çileli bir uğraş. Hayata bir daha gelsem mimar olmak isterim ama asla burada değil. En büyük zevklerimden birisi Doğan Tekeli’yle mimarlık sohbetleri yapmak ve Onunla tavla oynamaktır >Sayıları çok az olan dostlarım var... Devamlı görüştüğüm tek meslektaşım ise Doğan Tekeli ustamdır. O, ülkede en saygı duyduğum ve daima takdir ettiğim bir değerimizdir. Dile kolay 50 yıllık bir dostluğumuz da var. Mimarlık içinde Doğan ve Sami’yle sürekli rakip olduk ama birbirimizi daima motive ettik. Yılbaşlarında, bayramlarda seyahatlerimizi birlikte yaparız. Hatta geçen bayramda Yunan Adaları’na küçük bir gemiyle birlikte gittik, yeni tavlalar aldık. O’nunla ciddi bir tavla çekişmemiz de var. Gayet ciddi muhasebe tutar, her sene sonunda hesaplaşırız. Tarihler falan bellidir. Her cumartesi en geç 16.00’da müziğimizi koyarız, O’na bazı makamlar iyi gelir, bana bazı makamlar iyi gelir... Öncelikle mimari konuşuruz, saat sekize kadar çok yönlü sohbetler geçer aramızda... Şampiyon Doğan Tekeli’dir. İşte burada O’nun ustalığını kabul etmediğime çok kızar. Karşılıklı kalemleşir, eskiz yaparız; dış seyahatlerde peçete kağıtlarıyla çizerek konuşuruz... En sıkıldığım anlarda daima yanımdadır, Yüce Tanrı ayırmasın... Geceleri herkesin masasını dolaşır, birşeyler çizer, anlatırdım Özellikle Ankara bürosunda 8.30’dan sonra gelenleri içeri almazdım. Benden sonra gelenin yevmiyesi kesilirdi. Sonradan İsviçre’de büyük bir şirketin genel müdürü olan o zamanki idare müdürüm geç kaldığı bir gün sağlam dişini çektirerek içeri girebilmişti. O arkadaşımız rahmetli oldu. Bir toplantıda genç mimarlara ‘ben bu disiplin sayesinde İsviçre’de müdür oldum’ demişti. Her gece herkesin masasını etüt eder, mesajlar bırakırdım. Biraz fazla bağırdığım zaman elimle içkilerini veririm; ‘bu akşam rast makamından şunu yapalım, sen de şunu söyle’ der gönüllerini alırım. Benim gece ışıklarımı görmeyenler de ‘mimara bir şey mi oldu’ diye merak ederlerdi. Günde dört saat uyuyabilirdim. Bu nedenle geceli gündüzlü yaşadığımdan ‘140 yaşımda’ olduğumu söylerim. Bu iki misli yaşanmış bir hayat demektir. İmar planları dar çerçeveli; Kent ve Mimarlık Konseyi kurulmalıdır Bizdeki imar planlamasında insan ve ekonomi yoktur. Ve Türkiye’de, Cumhuriyet döneminde pek çok konuda aşamalar kaydedilmesine karşın hala gerçek kentleşmeye geçilememiştir. İmar planları dar çerçeveli ve içeriksizdir. Tek dileğim bir an önce Kent ve Mimarlık Konseyi’nin kurulmasıdır. 1993-1998 yılları arasında Başbakanlıktaki görev sürecinde bu konu üzerinde çok çalışmıştım. Ama başarılı olamadım. Kentler bölgeleri bütünlüğünde, bölgeler ülke bütünlüğünde, ülke de dünya bütünlüğünde ele alınmadıkça çözüm bulunamaz. Çağdışı yönetmelikler ve imar planlarıyla kentler bu hale geldi. Salacak bambaşka idi, atölyemin olduğu küçük köşk bir yalı, altımız kayıkhaneydi. Sonra önümüz kazıklı yolla parçalandı. İstanbul’un tek kalan otantik silüeti olan Ayasofya Camii ve çevresi... Bir gün bir gökdelen çıkacak diye korkuyorum. Mimarlık, devletin sanat anlayışı ve ideolojisini en somut biçimde betimleyen ‘sanat’ dalıdır Devamlı sanatla iç içe oldum. ‘Mimarlık sanat değildir’ anlayışına karşıyım. Atatürk, mimarlık için ‘beş duyguya hitap eden bir sanattır’ demiştir. Tüm sanat dalları ve erbabına iltifat etmiştir; fakat baş sanat dalı olarak mimarlığı görmüştür. Atatürk, ‘Mimari bir eser hem pozitif bir bilimin matematik, geometri uygulamasını hem de estetik yönden bir icadın örneğidir. Diğer sanatlar onu tamamlar’ demiştir. Ben de mimarlığın devletin varlığını, ideolojisini ve sanat anlayışını en somut biçimde betimleyen sanat dalı olduğuna inanıyorum. Mimari, şiir ve musiki toplumları motive eden baş sanat dallarıdır. Sonra da O’nu ifade ederler. Mimarlık bilimle sanatın bir karışımıdır. Yapı yapmak ve inşa etmek kolaydır ama mimarlığı yakalamak zordur. İnşaat ayrı, mimari ayrıdır derim ben. Mimarlık cetvelle, resim de sadece renkle yaratılamaz. Güzel sanatlar için çok incelmiş bir kafa ve gönül meselesidir. Gönlü yaratmak insanların elinde değildir, bu yukarıdan gelir; ama kafayı inceltmek insanların elindedir. Bir kültür bağı, bir kişilik örgüsü gibi kriterleri taşıyan, boyutları, yönleri, hacim ve ölçüleriyle reel bir dünyayı temsil edenler gerçek sanatçıdırlar... ![]() ![]() İlginizi çekebilir... Atalay Özdayı; "2025 Yılında da Çift Haneli Pazar Büyümesi Hedefliyoruz"Yalıtım dergimizin 2025 yılı ilk sayısında röportaj sorularımızı yanıtlayan Baumit Türkiye CEO'su Atalay Özdayı firması hakkında bilgiler verdi. G... Ali Murat Ekin; ''Yapı kimyasalları inÅŸaatların görünmez yüzü, binaların gizli kahramanlarıdır.'2001 yılında yapı kimyasalları üretimine baÅŸlayan FİXA bugün İstanbul, Adana ve Ankara'daki 4 fabrikasında su yalıtım malzemeleri, beton katkıları... Murat Savcı; 'Bu sene, yenilikçilik vizyonumuzun sonucu 3 ayrı ödüle layık görülmek bizleri gururlandırmıştır'Yalıtım Sektörü BaÅŸarı Ödülleri 2024'te İzocam, Optima Smart ürünü ile 'Yılın Ses Yalıtımı Ürünü' ödülünü ve İzocam Genel Direktörü Murat ... |
|||
©2025 B2B Medya - Teknik Sektör Yayıncılığı A.Åž. | Sektörel Yayıncılar DerneÄŸi üyesidir. | Çerez Bilgisi ve Gizlilik Politikamız için lütfen tıklayınız.